bu gece içsek Cemalettin... dileğimizin kilidini çözsen, bu gece ölmesek Cemalettin...
ne yazmıştı kayıp mektuplarının arasında "sadece suç ortaklığı baki kalır"
oysa ben hep yanlış hatırlarım, sabah barbarostan iner gibi, pus inmiş şehirde çürümüş bir cinayeti özler gibi, söylenmemiş tüm namelerin günahlarını tutar gibi...
işte Cemalettin, sıradan günlerdeyiz anlayacağın. sıradan...
mahalledekilerin bir cesede baktıkları sırada kundakladım bu cinneti. her ayrıntısı yüksek tavanlı evin halısında gizli, öyle ilmek ilmek, öyle kan kokusu...
şimdi görsen bizi tanıyamazsın. kiliseleri, çocukları ama en çok orospuları özlersin bilirim.
boşver sen Cemalettin, gün gelecek rüzgarı yakacağız, gün gelecek intiharlarımızı saklayacağız ve gün gelecek bizim de mahkumiyetimize güneş açacak Cemalettin.
sen yeter ki unutma, neşterini sağ cebinde, fiyakan bozulmasın diye mineli aynanı sol cebinde hazır tut.
hem zaten kim bilebilir yolcuğunu, sokak köpekleri ile kavga etmemiş, kendi haritasını kaybetmemiş, kim?
insanoğlu kendinden vazgeçti Cemalettin, hicri takvimin dördüncü ayına denk düşen bir vakitti, sabah ezanını üç, otobüs duraklarını salı geçmişti...
ve biz o asır kıblemizi kaybettik Cemalettin, utancımızı biriktirdik...
deniz vardı deniz, bildin mi Cemalettin? maviden nasibini almamış, şaka söyler gibi dilendiği zamanlar kadim lanetleri kaydeden deniz...
sonra O da topladı bavulunu, garları yağmaladı, şimdi başka bir kıyıdaymış diyorlar, ben hiç görmedim...
gel otur Cemalettin, talihimizi oku, çingene masalları anlat, bu sefer kötüler kazansın Cemalettin, intikamımız başka isyanlarda kaybolmasın diye.
27 Mayıs 2014 Salı
1 Ağustos 2013 Perşembe
ah benim iki gözüm,
gün gelecek denizlere bulanacak bu hikaye
ne başladığı gün kadar sakin
ne unutulduğu kadar kızıl
ah benim iki gözüm,
affetmek, biraz daha sonsuza düğümler insanı
zaman dediğin eni konu ademoğlu icadı
sen
her ihtimale karşı
taşınırken bu şehirden,
intihar mektuplarını komşulara emanet etme
gözlerinden hasretle öperim...
gün gelecek denizlere bulanacak bu hikaye
ne başladığı gün kadar sakin
ne unutulduğu kadar kızıl
ah benim iki gözüm,
affetmek, biraz daha sonsuza düğümler insanı
zaman dediğin eni konu ademoğlu icadı
sen
her ihtimale karşı
taşınırken bu şehirden,
intihar mektuplarını komşulara emanet etme
gözlerinden hasretle öperim...
3 Temmuz 2013 Çarşamba
Haziran sonu Temmuz başı
"mesela yağmur yağar ıslanırız,
şehir daha kalabalıktır mesela
biz daha da kalabalığızdır mesela
isim, şehir söz filan tutarız da olmaz bazen
olmaz işte bazen"
tüm sesli harfler tam üç asır önce kovuldu bu hikayeden. tam üç şahit tutuldu, biri sonsuz mülteciliğe, diğeri son söğüt ağacında idam edilmeye ve sonuncusu kıyıda köşede kalan kederlere mahkum edildi.
unutma, ölünün incelenmesi de bir tür keşiftir.
komşular bir ihaneti sustu, tüm ağaçlar inkar, içimizde en çok Müjgan özlendi, şehir isyanda, tüm defterlere kanla yeminler düğümlendi...
sonra gün doğdu, gün battı...
şehir narkozla uyuttu kendini, her sokak rakıya çıktı, topuzlu karyola bir köşede unutuldu, o yaz kaderimiz toprağa düğümlendi. ölümünün, zamanın eğilip büküldüğü akşam saatlerine denk gelmesi bir kehanetin karşılığı olabilir mi inan bilmiyorum. bu makam sabah ezanına yakılmıştı, bütün sorularımızın bizden ayrı bir boşluğu sürmesi gerekirken elimdeki neşteri hangi ağacın altına gömmüştüm, inan cevaplayamadıklarım bunlarla sınırlı değil ve inan, gerçekten inan, çingenelerle o yolculuk için tüm kavgaların uğruna pazarlık yapan da ben değildim. otogarların yağmalanmasını sonra anlatacağım.
fazla değil, ıhlamur kokusundan, bir çift güvercinden ve kovulduğumuz sarayımızdan miras kalan o paslı revolverden fazlasına ihtiyacımız yok...
şimdi sana anlatsam, cesetlerin yarım kalan cümlelerinin önemini, masada kalan son zeytinin bereketini, eski sokağının çocuklarını anlatsam, yerlileri nasıl doğradıklarını, parmak izlerindeki ismimi, vapurların kokusunu, ama en çok yangınları anlatsam, deliliğimi yine de cebinde saklar mısın?
fırtınayı çağırma,
bu gece
yetimhaneler dışındakileri yakalım, aklımızda şairin dizeleri...
"Gözlerinden, gözlerinden öperim.
Bir umudum sende, anlıyor musun?"
şehir daha kalabalıktır mesela
biz daha da kalabalığızdır mesela
isim, şehir söz filan tutarız da olmaz bazen
olmaz işte bazen"
tüm sesli harfler tam üç asır önce kovuldu bu hikayeden. tam üç şahit tutuldu, biri sonsuz mülteciliğe, diğeri son söğüt ağacında idam edilmeye ve sonuncusu kıyıda köşede kalan kederlere mahkum edildi.
unutma, ölünün incelenmesi de bir tür keşiftir.
komşular bir ihaneti sustu, tüm ağaçlar inkar, içimizde en çok Müjgan özlendi, şehir isyanda, tüm defterlere kanla yeminler düğümlendi...
sonra gün doğdu, gün battı...
şehir narkozla uyuttu kendini, her sokak rakıya çıktı, topuzlu karyola bir köşede unutuldu, o yaz kaderimiz toprağa düğümlendi. ölümünün, zamanın eğilip büküldüğü akşam saatlerine denk gelmesi bir kehanetin karşılığı olabilir mi inan bilmiyorum. bu makam sabah ezanına yakılmıştı, bütün sorularımızın bizden ayrı bir boşluğu sürmesi gerekirken elimdeki neşteri hangi ağacın altına gömmüştüm, inan cevaplayamadıklarım bunlarla sınırlı değil ve inan, gerçekten inan, çingenelerle o yolculuk için tüm kavgaların uğruna pazarlık yapan da ben değildim. otogarların yağmalanmasını sonra anlatacağım.
fazla değil, ıhlamur kokusundan, bir çift güvercinden ve kovulduğumuz sarayımızdan miras kalan o paslı revolverden fazlasına ihtiyacımız yok...
şimdi sana anlatsam, cesetlerin yarım kalan cümlelerinin önemini, masada kalan son zeytinin bereketini, eski sokağının çocuklarını anlatsam, yerlileri nasıl doğradıklarını, parmak izlerindeki ismimi, vapurların kokusunu, ama en çok yangınları anlatsam, deliliğimi yine de cebinde saklar mısın?
fırtınayı çağırma,
bu gece
yetimhaneler dışındakileri yakalım, aklımızda şairin dizeleri...
"Gözlerinden, gözlerinden öperim.
Bir umudum sende, anlıyor musun?"
7 Ocak 2013 Pazartesi
24 Haziran 2012 Pazar
Yol
o kadar olayın üzerine, şimdi, her zaman yaptığı gibi haritayı açsa, bütün kıvrımları ezberimde olan parmaklarıyla gösterse hiç bilmediğim bir kara parçasını gösterip, ülkedeki alnı açık her girişimcinin en az bir kere denediği gibi tek boynuzlu at çiftliği kurma kararı aldığını söylese ben yine kanarım.
yanlış duymadınız pek asil dostlarım.
yine kanarım çünkü kandırılmak ciddi bir müessesedir ve toplum tarafından on sekiz yaşına gelmiş her vatan evladının bu kutsal görevi alnının akıyla yerine getirmesi beklenir.
benim durumum diğerlerinden biraz daha farklı tabi. büyük büyük büyük ve daha da büyük paşa dedem,bir gün savaş içerisindeki komşu ülkenin kralını kandırmak suretiyle koskoca ülkeyi sabaha karşı kendi nüfusuna geçirmeyi başarmış bir adamdır. fakat her zaferin yan etkileri olduğu gibi, paşa dedem galibiyetini kutlarken, ülkesi elden gitmiş mağlup kral bir gece en sevdiği ağacı azmettirerek kendini asmışmış. ülke sakinlerinin anlattıklarına göre, böyle elim bir olay sonucu aramızdan ayrılan kralın cesedi üç gün üç gece o çok sevdiği söğüt ağacında sallanmış, paşa dedemin ve onun soyundan gelen - eminim ki, söz konusu alt kümenin beni de kapsadığı dikkatinizden kaçmamıştır sevgili dostlarım- tüm yaratıkların "kandırılmaya meyilli" olmaları için beddualar etmişmiş. işte mezkur belde yaşayanlarına hala "çevre sakinleri" denememesinin nedeni bu hazin olaydır.
soylu aile tarihimizi bir yana bırakıp günümüze dönersek, o ne dese inanıyor olmam Mendel'il insanlık tarihine kattıkları ile doğru orantılı.
gün gelecek bütün bu olanlarla ilgili beyaz bir hikaye anlatacağım. her güzel hikaye gibi beyaz keten perdeler ve cinayetle başlayacak.
ve en önemlisi,
okuyanların kendinden bir şey bulduğu değil, çok şey kaybettiği bir hikaye olacak.
siz yine de,
sözümü bir yerlere yazın dostlarım.
Tramvay
ve o gece...
o güzel gece...
söylenmesi gereken ne varsa, atılan her adımda bir kaldırım taşına mühürlendi. görülen ne kadar fahişe varsa, bir sonraki gün beş çayına davet edilmek için açık adresleri kırmızı defterlere kaydedildi.
bunların içinde en önemlisi ise; sokak çocuklarına emanet edilerek şerefi korunan bütün notalar yaratılan mizansen kefaretsiz kalmasın diye şeyhimizin gösterdiği tekkeye bağışlandı.
kaderin biraz daha erken dönemlerine denk gelseydik, inanınız pek saygı değer dostlarım, o gece, asaletimiz çocuklarınızın tarih kitaplarına konu olurdu...
ardından gün doğdu, gün battı.
ardından, yaldızları kullanılmaktan dökülmüş kinayeler ve tecrübeleri ile kentin en işlek caddesine yakışacak mezar taşları kaldı.
vazgeçilen o son anda beyaz bir hikaye yazıldı, üvey annesine biraz sevilmek için yalvaran öksüzler gibi sokakları denize çıkan şehirlerden af istendi, tabutunu ilk kim yaktıysa, yeşillikler içinde kanıyla ilk o barıştı...
ardından mevsim yaz oldu, mevsim evsizlere ev oldu.
en fazla kim yüklemlerini gizli özneden muaf tutabildiyse, onu birinci ilan ettik. kazandığı kin, rutubetin tavanlara işlemesinden çok sonra küften üç gün önceydi.
sonra,
saklandı.
o kadar güzel saklandı ki, bulmaya kıyamadık. sür manşetten dünyaya en janti dostumuzu iyi bildiğimizi ilan ettik, kendisi katılamayacağı için cenaze töreni yapmayı kabalık kabul ederek, aziz hatırasının şerefine balya balya şiir yaktık...
itiraf ediyorum ki bu oyunu biz başlattık.ilk kim arkasını döndüyse, masaya diğeri özlenmesi gereken bir cinayet bıraktı, mevsim normallerinin üstünde kim kaldıysa, öteki toprağa uykusuzluğunu gömdü, sırf kundaklanan peronlar birbirine benzemesin diye şırıngalar altınla kaplandı.
ve sevgili dostlarım, itiraf etmek gerekirse, bütün bu hikaye sırf yollar ıssız kalmasın diye susuldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)